Yerli Yeşil Yeni
Bir Farkındalık Masalı
Bu masal, “yeşil bir gelecek için söyleyecek bir çift sözümüz var…” diyen gençlerin sesini duyurmak için Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı desteğiyle gerçekleştirilen çalışma sırasında Sabâ Yağcı ve Murad Tiryakioğlu tarafından kaleme alınmıştır.
Bir varmış, bir yokmuş…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develerle pireler emekliye ayrılmış, tellâllık ise tarihe karışmış. Gezegenler 9’dan 8’e inmiş, kara delikler gün yüzüne çıkmış, bizim gezegense ısındıkça ısınmış. Bu sırada yağışlar kesilmiş, sular çekilmiş, türler tükenmiş, kuşlar göçmez olmuş. Bu gerçeği görenlerin görmez, duyanların duymaz, bilenlerinse bilmez olduğu garip bir zamanda insanoğlu kendi geleceğini yok ediyormuş.
Son nehir kurumuş, son ağaç kesilmiş, son balık ölmüş. Beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlamış.
Şaka şaka…
Hemen karalar bağlayıp karamsarlığa kapılmayın.
Halâ bir şansımız var.
Biz bu masalı yeniden yazmak, belki de yeni bir masal yazmak için yola çıktık.
Dere tepe düz gittik, bir arpa boyundan hallice yol teptik.
Bizim masalımız şöyle başlıyor…
Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş.
Çok yemesi, yok demesi günahmış.
Evvel zaman içinde memleketin birinde bir şehir, şehrin ortasında ulu bir dağ, dağın başında ise kara bir kale varmış. Dağı çevreleyen kalenin surları şehrin her yerinden görünürmüş. Uykusu kaçanlar, dolunay vurdu mu kalenin surlarına bakar bakar hayal kurarmış.
Kimileri uçak yapar uçurur, kimisi tren yapar kaçırırmış.
Bu şehirde yaşayan kadınlar da erkekler de gözü pek, yiğit insanlarmış, çalışmanın gücüne inanır, emeği kutsal sayarlarmış. Ta ki o hastalığa yakalanana kadar.
Başlayalım anlatmaya…
Bu şehirde herkes toprağını çok sever, toprağının ahını almamak için çalışır, kıymet verirmiş. Toprak da onlara en güzel ürünü alabilmeleri için güç kuvvet verir, tohumlarını koynunda besler, büyütürmüş.
Şehrin tarlalarında kıymetli bir bitki yetişirmiş. Bu bitkinin eflatuna çalan çiçekleri açtı mı tarlalar şenlenir, tüm şehri bereketin kokusu sarar, tarlaya düşen emekçinin teri bereket olur dolarmış dallarına ağaçların. Tüm şehir eflatun çiçekli bitkiden elde edilen bin bir çeşit üründen geçinirmiş. Bitkinin tohumlarından yağ, sütünden ilaç yaparlarmış. Günlerden bir gün bu güzel eflatun çiçekli bitkilerini hasat ederlerken tarlaların uzağından bir ses duyulmuş. Tarlada çalışanlar gözlerini eflatun, mor çiçeklerden öteye dikmişler ve kocaman tekerlekli, gürültülü, bacasından kara kara dumanlar salan bir aracın kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu görmüşler. Ne olduğunu anlamaya, neler olacağını anlamlandırmaya çalışıyorlarmış. Bu tuhaf aracın üzerinde kavruk bir adamla, saçları yana taranmış, hormonlu bal kabağından hallice olan, belli ki yaban elden bir adam varmış. Bu alet yaklaştıkça gürültü artmış, çıkan dumanlar etrafı sarmış. Herkes işi gücü bırakıp bu iki adamla acayip aletin etrafında toplanmış. Merkeplerle katırlar, sesten ürküp kaçmış. Yaban elden gelen adamın elinde kocaman bir çuval, yüzünde tuhaf bir ifade varmış. Uçsuz bucaksız eflatun çiçeklerle örtülü tarlaları göstererek anlatmaya başlamış;
Bundan böyle kimse yorulmayacak, merkeplerle katırlar özgürleşecek ve adı traktör olan bu kocaman gürültülü alet tüm tarla ve taşıma işlerini yapacak. Hem de elimde gördüğünüz bu harika tohumlarla topraklarınız coştukça coşacak. Marşa bir basacaksınız, arşa kalkacaksınız…
Traktörler tarlaya, yardımlar ülkeye girince her şey ne kadar da kolaylaşmış, beş günde yapılan iş bir güne inmiş; halk on katırın çektiğini bir römork ile taşımış taşımasına da bir yandan şaşmış öte yandan da korkmuş. Tohumlar azıcık suyla başlamış yeşermeye. Marşa bastıran, arşa çıkartan yabancı, yalan mı doğru mu bilinmez, devam etmiş gelip gitmeye, vaatlerde bulunmaya…
Yardımlar geliyor, geldikçe bu çalışkan halk vazgeçiyormuş çalışmaktan, üretmekten. Rahatlığa kapılmış, rehavete yuvarlanmış olan halk zaman içinde yabancının istediklerini yerine getirir, her seferinde vazgeçer olmuş işlerinden. Tarlada geçen zaman kısalmış, muhabbete çokça vakit kalır olmuş. Herkesin dilinde aynı tezahürat tekrarlanıyormuş;
Aman ne güzel oldu, pek rahat oldu. Üretmeye ne hacet?!..
Bal kabağı kılıklı, marşa bastıran, arşa kaldıran adam halkın yükünü hafifletmiş, bütün bu yükleri tren misali getirdiği -sözde- karşılıksız yardımlara yüklemiş. Bu sebeptendir ki adamın adı, halk arasında Marşandiz’e çıkmış. Marşandiz aşağı, Marşandiz yukarı.
Herkes “zaten hazırı var neden üretelim ki, kim uğraşacak tozla toprakla?” der olmuş. Aslında ülkeye giren o yardımlar nesillerce sürecek bir hastalığın tohumunu atıyormuş inceden inceye, sinsice. Üretmeyi, düşünmeyi, bir sorun olduğunda çözmeyi unutan halk, ürettiklerini üretmez, bildiklerini unutur olmuş, hep dışarıdan beklemiş, kolayından istemiş. Şehirdeki tarlalar önce coşmuş, sonra solmuş. Tohumlar birer birer kurumuş, toprak yavaş yavaş çürümüş. Bu tembellik, salgın bir hastalık misali şehirden şehre, tüm ülkeye yayılmış.
Kimisi zeytininden, yağından vazgeçmiş, kimisi basmasından, fistanından…
Gün gelmiş koca uçak fabrikasını bile kapatmış, uçakları düdüklü tencere yapıp, buharıyla hayallerini de göğe bırakıvermiş.
Peki ya önceleri her şeyi kendileri nasıl mı üretiyorlarmış?
İşte bunun sırrı yapabileceklerine duydukları inançta gizliymiş. Öyle yürekten, öyle içten inanıyorlarmış ki, yokluğun ortasında uçak yapıp uçurmuşlar hür kuşlar gibi, demirağlarla örmüşler memleketi de tepesinde dumanıyla, bozkırları bozkurtlarla karakurtlarla aşmışlar bir baştan diğer başa. Taşı sıksa suyunu çıkaracak bu millet o gün tarlaya atılan o sinsi tohumla bir hastalığa tutulmuş.
“İnanmama Hastalığı…”
Artık bu şehirde hiç kimse bir şeyler üretebileceğine, bu toprakların yeniden yeşerebileceğine, fikirlerin parlayabileceğine inanmıyormuş. Bir haller oluyormuş halka. Kimi yükseklerden uçuyor, kimi gerçeklerden kaçıyormuş. Kimine bir haller oluyor, kimi hep bir şeylere takıyor, takılıp kalıyormuş. Aynı nakarat, hep aynı aynıymış;
En iyisi dışarıdan almak, biz nasıl yapacağız ki? Hem ne gerek var uğraşmaya, zaten hem güzeli hem ucuzu gelmiyor mu?!..
Şehrin, her şeyi yapabileceğine inanan o güzel o güçlü o inançlı insanları, bu kötü hastalığın pençesinde gün be gün erimişler. Elleri kollarına dolanmış, basiretleri bağlanmış, hiçbir şey yapamaz olmuşlar. Ülke gün be gün karamsarlığa teslim olmuş. Bu hastalık yetmezmiş gibi bir de daha büyük bir sıkıntı gelmiş başlarına. Yaban elden gelen tohumlarla kuruyan çiçekleri, çürüyen toprakları inler olmuş. Halk böyle oturup dururken gezegenleri ısınmaya, suları çekilmeye, mevsimleri yer değiştirmeye başlamış. Sanki gökyüzü griye çalınıyor, mavisini yitiriyormuş.
Doğan her bebek ülkeyi baştan sona esir alan “inanmama hastalığı” ile büyüyor, yemyeşil tarlaları ana-babalarından dinliyor, masal kitaplarından okuyormuş. Bu ahvâl normal imiş onlar için de düşünmemişler üzerine, alıp kabul etmişler.
Ta ki okulda bir dersin, unutulanları, unutmak isteyenlere fısıldadığı, güneşli günleri hatırlatana kadar…
Kurak geçen bir kışın ardında, bir türlü ısınamayan ilk yazın griye çalan bir gününde kendiyle, geçmişiyle, geleceğiyle konuşa konuşa okuluna varmış, daha yirmisinde bir genç.
Bir yol olmalı! Bir yol bulmalı! Mutlaka bir şansımız daha olmalı. Bir şey yapmalı…
İçinde bir kor ateş var ama gören yok, kalbi çığlık çığlık bağırıyor ama duyan yok. Bağıra çağıra içten içe girmiş derse. Herkes hastalığın esiri olmuş ya, görmezden-duymazdan gelmek bu hastalığın başlıca belirtisiymiş. Her şeye, herkese, her türlü ninniye rağmen uyanık kalmayı başarabilmiş birkaç kişiden biriymiş bu genç.
Belki buluşurlar bu masalda, belki de bir adım atarlar gezegenin geleceğine…
Genç üniversiteli her zamanki gibi aynı yere, sınıfın en aydınlık köşesine yerleşmiş. Kendisini bir ayna olarak hayal etmiş. En büyük rüyası kimi zaman ateş saçan kimi zaman köşe bucak kaçan güneşin yararlı ışıklarını kendi gibi düşünenlere yansıtıp birlikte, beraberce ateş olmakmış en büyük rüyası. Hoca o gün elinde ikisi de yerli üretim olan bir araba ve bir uçak fotoğrafı ile girmiş sınıfa. Başlamış anlatmaya, ancak ve ancak uzak ülkelerin ürettiği telefonlarıyla sosyalleşebilen, sanal bir aşka düşmüş, sevdadan bihaber gençlere.
Misal, bu uçağı elinizdeki telefonların mucitleri bile dünyada değilken ürettik. Bu araba bize yapılamaz denildiği anda doğdu. Zeytinler, yaramaz dedikçe kök saldı, kurur dedikçe yeşerdi…
Önce gençler inanmakta zorlanmış. Amfiden söylenerek içeri giren gencin kalbindeki koru, gözündeki ateşi görmüş hoca, hem de ilk cümlesini bitirmeden. Olan olmuş, kıvılcım tutuşmuş, ateş yayılmış. Hoca mayayı çalmış öğrencilerin kalbine, ya tutarsa diye…
Hoca en çok da gençlere, geleceğe inanırmış. Ülkesinin geleceğinin de geçmişinin de parlak olduğunu biliyor ve herkesçe bilinir olması için gönüllere maya çalmaya devam ediyormuş.
Gönlünde daima bir umut ya tutarsa!
Tutmuş da!
Maya tutmuş, bakteriler üremiş, korlar antikor olmuş ve gençler yenmeye başlamış “inanmama hastalığını…”.
Dersin sonunda başlamışlar konuşmaya kendi aralarında, akşam evde, yolda, sokakta, bakkalda, kasapta tekrarlanır olmuş…
Hoca dedi ki, dün yaptık, bugün de yapıyoruz ve yarın çok daha iyisini yapacağız… Bu inanılır gibi değil, bu koskocaman bir gerçek… Bir kere yaptıysak yine yapabiliriz; yeniden, daha iyisini yapabiliriz…
Gençlerin her yanını inanma arzusu sarmış, ertesi gün soluğu hocalarının yanında almışlar, “biz de bir şeyler yapmak istiyoruz…” Geçmişten geleceğe ayna olan o genç ateşe vermiş kurumakta olan umutları, bir rüzgâr esmiş, ateş yangın olmuş. Rotayı yerli yeşil ve yenilikçi üretimin kalbine doğru çizmişler: Meslek Liselerine!…
Ve gençler kalplerindeki inançla, ellerinde hocalarının verdiği “inanmama hastalığından” korunma aşısı ile yola çıkmışlar. Her yaştan insana uygunmuş bu aşı, yeter ki bir kez olsun baksınlar bu gençlerin gözlerine. Gözlerindeki azim, yıllar önce atalarının yüreğindeki ile aynı imiş.
İnsanın içini donduran bir sabah, bacalardan çıkan dumanın kokusuyla kaplı sokaklardan birinde, bir bahçe kapısı açılmış dışarı. Sırtında takım çantası ve elinde koca bir düdüklü tencereyle Hezarfen çıkmış kapıdan. Sokağın sonundaki okuluna, büyük bir heyecanla başladığı meslek lisesine bugün üniversiteli gençlerin geleceğini duymuş. Duyduğundan beri gözüne uyku girmemiş. Hezarfen aklında hayalleri, elinde düdüklü tenceresi, sırtında takım çantasıyla erkenden koyulmuş yola, dedeleri gibi, ilklerden olmakmış hayali.
Hazırmış büyük güne! Genç üniversiteliler de bir o kadar hazır ve heyecanlı. Gezegenin geleceğini değiştirecek, kimileri için küçük, toprak için, tohum için büyük bir adımı atacaklarının bilincinde, “inanmama hastalığına” yakalanmış bir milletin çocuklarına inanç aşısı yapmak için oradalarmış.
Aşı tutar mı bilinmez ama ya tutarsa?
Şehirdekiler inanmadıkları şeyleri sıralarlarken birinciliği hep gençlere, gençler arasında da hep meslek liselilere vermişler. Bilmiyorlarmış ki ülkeyi inanmama illetinden kurtaracak, gezegeni soğutacak, orta yerde yeni gelin misali salınan karbonu hizaya getirecek, toprağı yeşertecek, dereleri yeniden çağlatacak, halkı mutluluktan ağlatacak olan bu gençlermiş. Yerli üretimi, yerel kaynaklarla yeşili koruyan üretimi, yeni yollardan, ileriye, en öne taşıyacak olan bu gençlerin en önce şifa bulması pek mühimmiş. Hocanın, öğrencilerini neden meslek lisesine getirdiği şimdi daha iyi anlaşılmış. Bu hastalıkların antikoru, kayıpların telafisi tam da oradaymış.
Hezarfen’in babası, vakti zamanında kapanan uçak fabrikasının emekçilerinden Ziya Bey, zor koşulları tecrübe etmiş bir milletin uçak üreten neslinden olduğu için hep gurur duymuş çalıştığı fabrikayla, yorulmayan nesliyle, tükenmeyen nefesiyle. Masal bu ya gün gelip tüm memleketi “inanmama hastalığı” sarınca fabrikalara da uçaklara da uçanlara da olan inanç yavaş yavaş yitirilmiş. Kimselerin yapamadığı, görenlerin çat diye çatladığı bu uçaklar önce hurdaya ayrılmış, sonra da parçalarına. Bu parçalar da döne döne düdüklü tencereye dönmüş. Fabrika emekçilerinin ümitleri de hayalleri de hevesleri de tencerenin düdüğünden buhar olup gitmiş. Hiçbiri ama hiçbiri bu durumu kabullenememiş, içten içe yanmış ama tütmemişler. İşte onlardan biri de bizim Hezarfen’in babasıymış. Ona en ağır gelen, pilot olmasını hayal ettiği ve bu sebeple de “Hezarfen” adını verdiği oğlunun hayalleri şekillenirken, kendisinin fabrikadan eve uçak modelleri yerine düdüklü tencere ile dönüyor olmasıymış. Oğluna “Hezarfen” demiş ki o da ismine benzesin, uçuversin bir kulenin tepesinden, geçiversin karşı kıyıya, hayallerinin peşinden koşarken takılmasın kanadı inançsızların dikenlerine…
Genç üniversiteliler, meslek liselilerle geçmişi ve geleceği konuşmuşlar, daha önceden yaptıklarımızı, bundan sonra yapacaklarımızı sermişler masaya. Bu sırada yapılacak en önemli ve en ivedi işlerden biriymiş toprağı kurtarmak. “Isınan gezegeni, kuruyan ağaçları, tükenen zeytinleri, çürüyen toprakları ne yapsak da kurtarsak?” demişler.
Ocağın altını kapar gibi gezegenin de altını kapasak soğur mu ki?
Hezarfen elini kaldırmış “…şey… ben bir maket yaptım, bir uçak maketi, daha az kirletecek gezegenimizi, toprağa can, geleceğe umut verecek…” diye, heyecanla evinden getirdiği düdüklü tencereden aslına, özüne, uçağa dönen modeli neden ve nasıl yaptığını anlatmaya koyulmuş. Dinleyenler Hezarfen’den çok etkilenmişler. Kafa kafaya verip, taş üstüne taş koyup geliştirmişler bu modeli. Dilden dile, gönülden gönüle yayılmış bu aşk, bu heves, bu heyecan. Her biri farklı farklı projelerle, gezegeni kurtaracak, toprağı yeniden yeşertecek fikirlerle geçmişler en ön sıraya. Üretmenin, düşünmeden tüketilenlerin yerli kaynaklarla üretilmesinin hem de çevreye zarar vermeden, karbon salmadan, tadını kaçırmadan üretebilmenin heyecanı sarmış şehrin dört bir yanını…
Halka halka yayılan bu ümit, güçlenen bu umut kırmış geçirmiş hastalığın mikrobunu. Şehre yeniden inanç, toprağa can, derelere su gelmiş. İnancını yitirenler, tembelliğe kapılıp rehavete yuvarlananlar bir bir kırıp atmışlar ayaklarındaki zincirleri, gönüllerindeki kiri ve pası. Birdenbire gün yüzüne çıkıvermiş yıllardır kırık kalplerin kuytu köşelerinde saklanan heyecanlar. Her yeni fikir can suyu olmuş gezegenin geleceğine. Düdüklü tencerenin içine hapsedilmiş ümit yayılmış tüm şehre, bitivermiş inanmama hastalığı, şifa olmuş gençler geleceklerine, gezegenlerine, ağaçlarına, topraklarına, atadan yadigâr tohumlarına…
Gökten üç yeşil elma düşmüş. Biri yerli üretim için canla başla çalışanların başına, biri yeşili koruyan ve kollayanların başına ve bir diğeri de hayâl kurup peşinden koşanların başına…
Bu daha başlangıç. Asıl hikâye şimdi başlıyor….
Yerli Yeşil Yeni
Bir gelecek hayaliyle
İletişim
Merkez Ofis
AFYON
E: afyon@yerliyesilyeni.org